Salı, Kasım 08, 2005

Denizin Ustunde Ala Bulut

Dalgalarin parmak aralarini kumlarla gidikladiklari bir gun. Sularin bir gelip bir gittigi kumsalin ucu, kah beton gibi sert, kah bataklik gibi kaypak ve yumusak. Kimi zaman en derin uykudan uyandiran bir samar, kimi zaman derin bir sessizligin icine ceken ipeksi bir tuzak. Asfalt yollarin sahte huzuruna alisik ayaklar bu kadar degisikligi hazmedemiyor kolay kolay. Ne yaparsan yap, elinden gelenin hep otesini isteyen sac uclari israrla senden bir adim otede gidiyor iste. Sicaktan kacmanin beyhude oldugunu kabullenmis omuzlarsa dusuk, coktan yanmis olmanin verdigi huzursuz sakinligin tadini cikartiyor sanki.

Beyninde hep ayni tilkiler, yine kendi kuyruklari pesinde.

- Ne dusunuyorsun?
- Yok bir sey.
- Merak etme.

Kendi kendini dogrulayan kotu bir kehanet gibi, elinde olanlarla elinde olmasini istediklerini elde edememek korkusu, sanki ellerinin arasindan kayan elli bin kum tanesi. Parmaklarin arasinda kaymaya basladikca "bak gordun mu" laneti, omuzlarinla gunes arasina giren bir bulut. Hatta Pembe Panter'in uzerinden bir turlu ayrilmayan bir yagmur bulutu.

- Icecek bir sey ister misin?
- Yok, susamadim.
- Cok terledin, icsen iyi olur.

Aklindan yildirim gibi gecen o uc bes dize:
"Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel,
rahat günlere inanıyordu"
Guzel bir sey bu kadar emin olmak kendinden. Ya da olabileceken kotu seyin bile arkasinda dik durabilecek kudreti bulmak kendinde.

Uc adim saginda bir balik, suyun icince gumus sirtini parlatip geciverir.

- Bosver simdi suyu, denize girelim.

Serin su hep iyi gelir zaten.